Yakın zamanda hayatımıza giren ve dost meclislerinin en önemli gündemlerinden bir haline gelen Netflix, deyim yerindeyse dijital ortamda bir devrim yaratmış durumda. Üretkenliğinden zerre ödün vermeyen ve her hafta birçok dizi, film ve belgeseli, kullanıcılarına armağan eden bu güzide platform, yakaladığı kalite standardı ile de adeta birçoklarının yüzünün gülmesine olanak sağlamaktadır.
En başta Pablo Escobar’ın hayatını anlatan Narcos dizisi ile adını duyuran ve o gün bugündür de popülaritesini katlayarak arttırmıştır. Ama bu güzide platform, bilinenin aksine yalnızca dizileri ile değil, aynı zamanda ürettiği özgün film ve belgelerle de dijital ortamın en fazla tıklanan adreslerinden biri. Eğer siz Netflix dizileri ile ilgileniyorsanız en iyilerden oluşan listemizi daha önce paylaşmıştık.
Şimdi Netflix nedir, nasıl ortaya çıkmıştır kısaca göz atalım ve ardından en iyi filmleri ile belgeselleri hangileri inceleyelim:
- Netflix Nedir? Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
- En İyi Netflix Filmleri Listesi
- The Discovery
- The Young Offenders (Genç Suçlular)
- The Fundamentals of Caring (Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu)
- I Don’t Feel at Home in This World Anymore (Bu Benim Dünyam Değil)
- Divines
- En İyi Netflix Belgeselleri
- Chuck Norris vs. Communism
- 13th
- Five Came Back
- What Happened, Miss Simone?
- Keith Richards: Under the Influence
Netflix Nedir? Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Netflix esasen, 2000’lerin başında Amerika’da faaliyete geçmiş bir DVD kiralama şirketidir. Tabii teknolojinin gelişmesi ve internetin tüm dünyaya hükmetmeye başlaması ile azalan hatta yok olma seviyesine gelen kiralama olayından sonra, çevrimiçi bir video platformuna evirilen Netflix, yarattığı özgün içeriklerle bir anda Amerika’nın en popüler oluşumlarından biri haline gelmiştir. Yeni Kıta’da bu denli adından söz ettirmesinin ardından, dünyaya açılma kararı alan ve bu yönüyle de herkesin sevgilisi haline gelen Netflix, özellikle yarattığı orijinal dizileri ile herkesi büyüsüne doğru çekmeyi başarmıştır.
Tabii Netflix’i özel kılan birçok unsuru sayabiliriz. İnternete yeni bir soluk getirmesi, alternatif arayan izleyicinin tam da aradığı mecra olması, ilgi çekici ve farklı yapımları bünyesinde barındırması, genç kuşağı Netflix’in cazibesinde buluşturan yegâne unsurlar. Hele ki bizim gibi, televizyonun yalnızca babaannelere hitap ettiği bir ülkede, Netflix gibi bağımsız platformlar deyim yerindeyse bulunmaz Hint kumaşı niteliğinde. Çünkü o yalnızca bir internet sitesi olmaktan çok daha fazlası. Digiturk, Tivibu gibi platformlarla eşdeğer olma potansiyeline sahip olan ve akıllı televizyonlardan da rahatlıkla takip edilebiliyor. Netflix, bu nedenle yalnızca dizi üretmekle sınırlı kalmıyor, birçok filmin telifini alıyor. Bununla da yetinmiyor kendi orijinal dizi ve belgesellerini üreterek de taraflı-tarafsız herkesin saygısını kazanmaya başarıyor.
Netflix’in cazibeli kılan bir diğer husus ise izleyicinin yönelimini sinemadan, dijital ortama çekmesi. Keza, Mayıs ayının sonunda yalnızca Netflix üzerinden izleyebileceğimiz War Machine, başrolünde yer alan Brad Pitt vesilesiyle şimdiden fazlasıyla merak konusu olmuş durumda. Aynı şekilde 2018 yılında izleyicisi ile buluşmayı bekleyen The Irishman ise Robert De Niro, Al Pacino ikilisini yeniden bir araya getirmeye hazırlanıyor. Düşünün ki; Al Pacino filmleri her birimizin unutulmazlar listesinde yer alıyor. Netflix’in bu hamlesi, son derece zekice değil mi? Ayrıca yönetmen koltuğunda Martin Scorsese’nin oturması ile iştah kabartıyor. Çünkü Martin Scorsese filmleri, başlı başına bir şaheserdir ve hep başarılı isimlerden oluşur.
Böylesine popüler isimlerin, daha fazla para kazanması muhtemel olan beyazperde yerine tercihini Netflix’ten yana kullanması da esasen yavaş yavaş değişen düzeni ve izleyicinin filmlere ulaşabilirliğinin esas alındığının en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Netflix, yalnızca özgün filmlerini üretip sektöre yeni bir soluk katmıyor elbette. Özellikle ortaya koyduğu birçok farklı ve ilgi çekici belgesel ile de yıllardır aranan kan olmayı başarıyor. Her konudan, her kitleye hitap edebilen ve çoğu, festivallerde yarışan kaliteli belgeselleri izleyicisi ile buluşturan bu platform, bilgi açlığımızı gidermek adına yaptığı hamlelerle de hepimizin sevgilisi olmayı başarıyor. Tüm bunlara ek olarak, açıldığı ülkelerin dizi ve filmlerini de göz ardı etmeyen Netflix ilk Türk dizisi yakında karşımıza gelecek.
En İyi Netflix Filmleri Listesi
Filmler, belgeseller derken uçsuz bucaksız bir arşive sahip olan Netflix, bir girenin bir daha çıkmak istemeyeceği kadar değerli ve cazibeli bir yer. Dilerseniz lafı fazla uzatmayalım ve en iyi Netflix filmleri hep birlikte göz atalım.
The Discovery
Son zamanlarda Netflix’in izleyicilerine sunduğu en dişe dokunur filmlerinden biri olan The Discovery, yer yer distopik yer yer ütopik seyreden anlatısı ile ilgi çekiyor ve karanlık sinematografisi ile de ekran başına geçenleri büyüsüne hapsetmeyi başarıyor.
Film, ölümden sonraki hayatın yani öbürkü yaşamın varlığının kanıtlandığı bir evrende geçmektedir. Profesör Thomas’ın kanıtladığı bu durum, öteki yaşamına ulaşmak isteyenlerin intihara başvurduğu ve izleyenlerinin ağzını açık bırakan açılış sekansıyla başlangıcını yaparken, henüz ilk dakikalarında ilgi çekici konusuyla merak uyandırmayı başarmaktadır. Keza ölümden sonra ne olacağımız, dini inançlara göre şekillenebilse de bilimsel olarak kanıtlanabilirliği neredeyse imkânsızdır. Böyle bir durumda, öteki hayatın varlığının ispatlanması, dünyevi hayattan yorulmuş insanoğlu için, bulunmaz bir nimet, gidilmesi elzem olan bir kaçış noktası hüviyetine bürünmektedir. Keza hikâyenin geçtiği evrende, intiharların tavan seviyeye çıkması da insanların öteki hayatına ulaşmak için ne denli canlı attığının açık bir göstergesi olarak karşımıza gelmektedir.
Film, bu ilgi çekici açılışından sonra, öteki hayatın nasıl seyredeceği ve insanoğlunu diğer dünyada neler beklediğine eğilirken, bir yandan da tüm bu yaşananların merkezine dâhil ettiği aşk hikayesi ile anlatısını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu romantik sekansların, film ilginçliğine ne denli artı kattığı tartışılır bir durum olsa da film arka planda ilerleyen öteki yaşam mottosuyla anbean enteresanlığını perçinlemektedir. Nitekim çarpıcı açılı sekansından sonra, ortalarda irtifa kaybeden film, tüm bunlara rağmen finalde düştüğü yerden kalkmasını biliyor ve bir boksör edasıyla öldürücü yumruğunu indirmeyi başarıyor.
Film için değinilmesi gereken bir noktada karanlık atmosferinin, filmin anlatısına fazlaca hizmet ettiği. Nitekim başından sonuna dek sade ve çarpıcı bir anlatım yolunu tercih eden The Discovery, adıyla müsemma şekilde kendine has bir keşfin peşine düşerken, izleyen herkesi de bu çırpınışa ortak ediyor ve başından sonuna zevkle izlenecek, aynı zamanda herkesin hayatını sorgulamasına yol açacak oldukça başarılı bir filmi huzurlarımıza getiriyor.
Geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde gösterilme başarısı elde eden ve Netflix’in izleyicilere sunduğu günden itibaren en ilgi çekici filmlerinden biri haline gelen The Discovery, The One I Love filminden tanıdğımız Charlie McDowell’ın ikinci uzun metrajı olarak karşımıza gelmektedir. Film aynı zamanda bünyesinde barındırdığı birçok popüler sima vesilesiyle de ilgisinin merakını cezbetmeyi başarıyor. Keza How I Met Your Mother’ın sevilen isimlerinden biri olan Jason Segel’ın başrolünde yer aldığı film, oyuncunun ciddi ve ayakları yere sağlam basan tavrıyla daha da fazla değer kazanıyor. Aynı zamanda ona başrolde eşlik eden Rooney Mara ve Robert Redford da üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor ve The Discovery’nin başarısına birebir etki ediyorlar.
The Young Offenders (Genç Suçlular)
Malum, sinema ilk ortaya çıktığı yıllarda bir eğlence aracı olarak algılanmış, sanatsal değeri göz ardı edilmiştir. Tabii ki gel zaman git zaman, sinemanın eğlencesi geri plana atılmış ve bu da nitelikli komedi filmlerinin git gide azalmasına yol açmıştır. Açıkçası bu durum da komik olduğu iddiası ile ortaya çıkan ve insanın yüzünde gram tebessüm oluşturmayan filmlerin sık sık önümüze gelmesine neden olmaktadır. Bunun devamı da nitelikli komedilere de sıkı sıkıya sarılmamıza olanak sağlamıştır. Aynı, The Young Offenders’da olduğu gibi. Evet, film bir gençlik komedi. Evet, yer yer şımarmaktan da geri durmuyor. Ancak bunu yaparken vadettiği hikâyesi ve eğlencesiyle herkese fütursuzca kahkaha attırmayı da garanti ediyor!
İki kafadarın bisiklet üzerindeki macerasını izleyenlerine aktaran film, 83 dakika gibi kısa olarak varsayabileceğimiz bir süre zarfı içerisinde, dinamizmi ile göz kamaştırıyor ve yaptığı zekice esprilerle izleyenlerinin gönlünde taht kurmayı başarıyor.
Batan geminin mallarını okutmak için oldukça tehlikeli bir maceranın içine dâhil olan Conor ve Jock, zengin olma hayali ile kendilerini yollara vururken, esasen başlarına aldıkları belanın farkında bile değillerdir. Git gide batağın içine doğru sürüklenen bu iki genç suçlu, bir yandan oradan oraya sürüklenirken, diğer yandan da nevi şahsına münhasır kişilikleri ile izleyenlerini büyük bir eğlencenin ortasına bırakmayı da ihmal etmemektedir.
Özellikle son yıllarda çıkan komedi filmleri baz alınırsa, anlatısı ve heyecanı ile muadillerinden inci gibi sıyrılan The Young Offenders, hem başrolünde yer alan karakterlerin gençlik enerjisinden maksimum şekilde faydalanıyor, hem de zekice yazılmış senaryosu vesilesiyle herkesin rahatlıkla idrak edebileceği esprileriyle güldürmeyi başarıyor.
Peter Foott’un yönetmen koltuğunda oturduğu film, fazlasıyla matrak bir iş olarak öne çıkıyor ve Netflix’in takipçilerine sunduğu en dişe dokunur komedilerden biri olarak beliriyor. Özellikle başrolde yer alan Alex Murphy ve Chris Walley’in birbirlerini tamamlayan uyumuyla taçlanan film, İrlanda’nın kendine has mizahını da bünyesinde barındırarak, farklı bir haleti ruhiyenin içine dâhil oluyor.
The Fundamentals of Caring (Kayıp Şeylerin Bakım Kılavuzu)
2011 yılında çekilen ve birçokları için efsane statüsüne yerleşen, naçizane benim de hayranı olduğum Fransız yapımı Intouchables’ın tadını anbean hissettiriyor. Buna rağmen kendine özgü bir anlatı yaratmayı başaran The Fundamentals of Caring; dramatik yoğunluğu hat safhada seyreden ve bunun yanına tatlı bir eğlence serpiştiren Netflix filmi olarak huzurlarımıza gelmektedir.
Dünyada ender görülen bir hastalık neticesinde boyundan aşağısı felç olan ve yakın bir zamanda ölme ihtimali bulunan Trevor’un, yeni bakıcısı Ben ile uzun bir maceraya atılmasını konu almaktadır. İçinde yol temasını barındıran, buna ek olarak sıcak ve naif bir aile filmi olma özelliği de taşıyan The Fundamentals of Caring, bir yandan güldürüyor diğer yandan ise samimi karakterleri vesilesiyle iç burkmayı başarıyor.
Net bir komedi filmi olmayan, aynı zamanda her bir karakterin ayrı ayrı kendi hayatıyla olan savaşına da tanıklık ettiren film, buna rağmen izleyenlerinin yüzüne yerleştirdiği tebessümün bir an olsun kaybolmasına izin vermiyor ve üst düzey bir seyirlik olarak takdiri fazlasıyla hak ediyor. Keza filmin en büyük artısının da dinamizmi olduğunu söylemekte yarar var. Çok hızlı gelişen olaylar silsilesinde, bir an olsun arkasına bakmayan ve kati suretle boşluğa izin vermeyen yapısı, hiç şüphe yok ki filmi başarılı olarak addetmemize olanak sağlayan yegâne unsur. Tüm bunlara ek olarak farklı tarzları, tek bir potada eritebilmesi de The Fundamentals of Caring’i kendine has bir eğlence olarak öne çıkarıyor.
Klişeye fazlasıyla müsait olmasına rağmen, bu durumdan zekice esprileriyle sıyrılmayı başaran ve hasta çocuk mottosunu dramatize etmeden kullanabilen film, esasen güldürürken düşündürenler sınıfının da yeni ve gözde bir üyesi olarak öne çıkmayı başarmaktadır. Nitekim filmde karakterlerin kendi içerisindeki çatışmasına şahitlik edebileceğimiz gibi, fütursuzca gülmek de mümkün. Bu da esasen filmi yalnızca Netflix’in değil, son zamanlarda çıkan melodramik yapımlar içerisindeki en dişe dokunur işlerden biri olarak betimlememize olanak sağlamaktadır.
Filmin bir diğer sürprizi ise son yılların popüler ikonlarından biri haline gelen Selena Gomez. Daha çok müzisyen kimliği ile tanıdığımız Latin güzelin, oyunculuktaki yeteneğini de ortaya koyduğu film, onun varlığı ile daha çok merak uyandırıyor. Ayrıca izlenilmesi elzem olan böylesi bir filmin daha geniş bir kitleye ulaşmasına olanak sağlıyor. Keza başrollerde yer alan Paul Rudd ile Craig Roberts’ın üst düzey uyumu da filmin seyir zevkine pozitif etki ediyor ve yönetmen Rob Burnett’ın işini fazlasıyla kolaylaştırıyor. Anlatısı, popüler simaları ve eğlencesi ile ilgi çekici bir seyirlik olmayı başaran The Fundamentals of Caring, kaçırılması gereken Netflix filmlerinden biri olarak hala güncelliğini korumaktadır.
I Don’t Feel at Home in This World Anymore (Bu Benim Dünyam Değil)
Absürt ve vahşi bir mizahla karşılaşmaya hazır mısınız? Çünkü I Don’t Feel at Home in This World Anymore alışılmışın dışındaki anlatısıyla hem farklı bir seyirlik vadediyor hem de kanla harmanladığı mizahı ile fütursuzca gülme garantisi veriyor.
Ruth, paratoneri andıran haleti ruhiyesiyle tüm aksilikleri üzerine çeken bir kadındır. Günün birinde evine hırsız girmesi de onun nevi şahsına münhasır kişiliğini devreye sokmasına olanak sağlayacaktır. Nitekim o, polisin kendisini pek fazla takmaması dolayısıyla hırsızın peşine düşecek ve bu da onun ilginç maceraların ortasında kalmasına neden olacaktır. Onun bu macerasında hayatına giren Tony ise en az Ruth kadar ilginç ve farklı bir adamdır. Bu ikilinin maceraları en başta kahkahayı beraberinde getirse de daha sonrasında, kanla örülü bir vahşet hikâyesine de izleyenlerini ortak edecektir.
I Don’t Feel at Home in This World Anymore, kendine has bir mizahı izleyenlerine armağan ederken, keskin bir dönüşle tarz değiştiriyor ve deyim yerindeyse tam bir şiddet filmine evriliyor. Başka bir yapı içerisinde olsa fazlasıyla göze batacak bu durum, hikâyenin içine serpiştirilen kara mizah sosuyla eğreti durmaktan çıkıyor ve aksine seyir zevkine pozitif bir şekilde etki ediyor. Özellikle finale doğru vahşet sekanslarının sayısını arttıran ve kanı odak noktasına alan film, en başta ürkütse de bıyık altından tebessüm yaratmayı da ihmal etmiyor. Bu da esasen filmin en büyük başarısı olarak öne çıkıyor ve fazlasıyla takdir topluyor.
Yönetmen koltuğunda, Blue Ruin filminden tanıdığımız Macon Blair’in oturduğu film, başrolünde yer alan popüler isimlerle de göz kamaştırmayı başarıyor. Melanie Lynskey ve Elijah Wood’un başrolleri paylaştığı film, bu iki başarılı oyuncunun arasında vuku bulan uyumla seyir zevkini yükseltiyor. Adeta izleyen herkesi hikâyenin büyüsüne hapsetmeyi başarıyor. Keza Elijah Wood’un filmdeki varlığının da I Don’t Feel at Home in This World Anymore’u daha popüler bir hale getirdiğini söylemekte yarar var. Tabii film için yalnızca Netflix için üretilmiş bir izle-geç tanımlamasını yapmak mümkün değil. Keza film, festivalleri yakından takip edenlerin bileceği üzere, geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde gösterilmiş ve buradan Jüri Özel Ödülü’nü kucaklayarak da başarısını taçlandırmıştır.
Divines
Sırada bir başka ödüllü film var. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülüne layık görülen ve aldığı ödül vesilesiyle birçok tartışmayı da beraberinde getiren Divines, buna rağmen güçlü anlatısı ve mülteci sorununa açtığı parantezle takdir toplayan bir film olarak karşımıza gelmektedir.
Film 15 yaşındaki Dounia’yı odak noktasına alırken, bir yandan da onun öfkesine ve hayata karşı takındığı tavırla anlatısını güçlendirmektedir. Nitekim Dounia, kapitalist düzenin yol açtığı her bir olumsuz detaya karşı safını seçmiş ve bunu da çekinmeden her bir bireyin yüzüne vurma cesaretini göstermektedir. Onun öyküsü, Maimouna ile karşılaştığı anda ise daha güçlü bir hal alacak ve bir yandan da merkezine aldığı en saf duygu olan aşk ile izleyen herkesin bam teline dokunmayı başaracaktır.
Divines’ı özel yapan hususların başında, anlattığı hikâye kadar anlatış biçimi gelmektedir. Keza minimalist bir dille izleyenlerini selamlayan film, doğal sinematografisi ile de anlatısını perçinleyerek, izleyenlerine gerçekçi bir duyguyu aks ettirmeyi başarmaktadır. Nitekim filmin Cannes Film Festivali’nden övgüyle dönmesinin yegane sebebinin de bu olduğunu söyleyebiliriz.
Filmin eleştirilere maruz kaldığı nokta ise anlattığı mülteci konusunu fazla ajite etmesinde gizli.Keza Dounia’nın yaşadıkları yahut hayatına giren her bir insan filmin dramatik yoğunluğunu yukarı çekiyor ve bunun yanında bir nebze de olsa göz yaşı vadediyor. Bu da esasen yer yer filmin anlatısını aşağı çeken ve insanı hüzne boğan bir husus olarak öne çıkıyor.
Filmi Netflix yapımları içerisinde özel yapan ise kuşkusuz dili ve ciddiyeti. Bu da esasen Divines’ı platformun en iyilerinden biri olarak addetmemize fazlasıyla yetmektedir. Yönetmenliğini Houda Benyamina’nın yaptığı ve başrolde genç oyuncu Oulaya Amamra’nın harikalar yarattığı film, farkındalık yaratan duruşuyla, izlemeye değer yapımlardan biri olarak muadilleri arasından sıyrılmayı başarmaktadır.
En İyi Netflix Belgeselleri
Malum, Netflix diyince akla ilk gelenlerden biri de belgeseller. Eğer ki, kendinizi bu dijital platformun büyülü evrenine bir kere attıysanız, o şahane belgesellerin tadına bakmadan geçmenin ne denli zor olduğu gerçeği ile yüzleşmişsinizdir. Tarihi birçok gerçekliği, kaliteli biçimiyle izleyenlerine aktaran Netflix Belgesellerinin bize göre en iyisi olanları da sizler için derledik. Dilerseniz, kurgusal sinemanın bir uzantısı olarak gördüğümüz belgesellere de bir parantez açalım ve Netflix’in bizlere armağan ettiği en iyi örneklerine hep birlikte göz atalım.
Chuck Norris vs. Communism
Soğuk Savaş dönemi Romanya’sındayız. Faşist liderler arasında yer alan Çavuşesku tüm otoriter ve baskıcı tavrını halkı üzerinde uygulamaktadır. Tabii onun bu haleti ruhiyesi, ister istemez Romen halkını illegal işler yapmaya itmektedir. O illegal işlerden birisi de, Amerikan emperyalizmini yaydığı söylenen Hollywood filmlerini gizlice izlemektir.
Teodor Zamfir isimli bir adam, Hollywood filmlerini ülkeye kaçak yolla sokmaktadır. Tam bu sırada komünist rejimin televizyonunda çevirmen olarak çalışan Irina Nistor’a filmleri dublajlama teklifi götürülür. Sinema aşığı olan bu güzel sesli bu kadın, korkarak da olsa teklifi kabul eder ve bir anda ülkenin en tanınan sesinin sahibi olur. Bu dakikadan itibaren, Hollywood filmlerinin tüm Romanya’ya nasıl yayıldığını ve komünist rejimini yıkmaktaki işlevini olanca realitesi ile anlatan belgesel, bir yandan sinemaseverlerin bam telinden dokunuyor, bir yandan da sinemanın siyaset üzerindeki gücüne ışık tutarak, takdir toplamayı başarıyor.
Özellikle Chuck Norris filmlerine bayılan Romanya halkını merkezine alan ve o dönemin şahidi bireylerle teker teker röportaj yapma yolunu seçen belgesel, temposunu hiç düşürmüyor. Kısa sayılabilecek 80 dakikalık süresi ile hem sağlam bir bilgi kaynağı olarak hem de üst düzey bir seyirlik olarak önümüze gelmeyi başarıyor.
Netflix denildiği zaman ilk akla gelecek belgesellerden biri olan ve kuru bir anlatımdan ziyade dinamik bir şekilde izleyenlerini selamlayan Chuck Norris vs. Communism, Irina Nistor gibi nevi şahsına münhasır bir sinemacının yaşantısını izleyenlerine sunuyor. Ayrıca Romanya’nın geçtiği zor zamanları da odağına alarak, tarihsel bir belge konumuna yerleşmektedir.
13th
Dünya nüfusunun yalnızca %5’ine sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünya hükümlü sayısının %25’ine sahip olduğunu biliyor muydunuz? Bir başka deyişle, dünya üzerinde cezaevinde yatan her dört bireyden biri Amerikan hapishanelerinde yatmaktadır. Pekâlâ, nedir bunun sebebi?
Amerikan halkının suça neden meyilli olduğunu, ırkçılığı temel alarak anlatan 13th, bir yandan da Ronald Reagan’ın uyuşturucuya açtığı savaşı izleyenlerine aktararak, keyif verici maddelerin neden suç kapsamına girdiğini izleyenlerine aktarmaktadır. Belgesel, Amerikan anayasasındaki 13. madde önderliğinde, köleliğin günümüze yansımasını işleyerek esasen fazlasıyla çarpıcı bir konuyu işlemektedir. Keza 13th’ün bir diğer başarısı da eski ABD başkanları Nixon ile Reagan’ın yıllar boyu, uyuşturucu ile savaşıyoruz mottosuyla, siyahi ırkı ezmesini açık bir şekilde ortaya koymasında gizli. Bu da belgeseli, her bir yönüyle dişe dokunur yapıyor ve arka planda kalmış gerçekleri cesurca gün yüzüne vurmasıyla, alkışı hak eden bir konuma yerleştiriyor.
Haksızlığın, hayatın her alanında olduğunu dile getiren; suç gibi evrensel bir tanımı, öznel bir konuma çekebilen liderlere haklı eleştirisini getiren belgesel, anbean yükselen temposu ve vuruculuğu ile son dönemin en ilgi çeken işlerinden biri olmayı başarıyor ve izleyenlerine küçük çapta bir aydınlanma yaşatarak da muadillerinden ayrılıyor.
2016’nın sonlarına doğru Netflix’in izleyicilerine sunduğu belgeselin yönetmen koltuğunda, ırkçılığa karşı takındığı tavırla bilinen beyaz kadın yönetmen Ava DuVernay otururken, belgesel aynı zamanda bu yıl düzenlenen Akademi Ödülleri’nde de En İyi Belgesel kategorisinde aday gösterilerek başarısını taçlandırmıştır.
Five Came Back
Hollywood’un en ünlü yönetmenisiniz ve dünyada büyük bir savaş patlak veriyor. Nasıl davranırdınız? Sanatınızı icra etmeye devam mı ederdiniz, yoksa ülkeniz adına bir şeyler yapmak için kolları mı sıvardınız? John Ford, William Wyler, John Huston, Frank Capra ve George Stevens gibi dönemin en ünlü sinemacılarının, kariyerlerini bir kenara bırakıp, ülkeleri adına çırpınışlarını konu alan Five Came Back, sinefillerin kaçırmaması gereken cinsten değerli bir belgesel olmasının yanı sıra; İkinci Dünya Savaşı’na açtığı farklı pencereyle de izlenmeye değer bir film biri olarak öne çıkmaktadır.
Üç bölüm halinde izleyenlerinin karşısına çıkan ve o dönemki gerçek görüntülerle birlikte, Steven Spielberg, Francis Ford Coppola, Guillermo Del Toro, Paul Greengrass ve Lawrence Kasdan gibi ünlü sinemacılarla yaptığı röportajla da anlatısını güçlendirilmiş bir belgeseldir. Ayrıca bir yandan güçlü sinemacıların zor günlerini anlatıyor, diğer yandan da Amerika’nın bu kan gönlünün ortasındaki işlevine parantez açarak, realitesini güçlendiriyor.
Savaş ve sinemayı iç içe koyan, bunu yaparken de Hollywood’un duayen yönetmenlerini odak noktasına alan Five Came Back, şüphesiz son yıllarda karşımıza çıkan en etkileyici belgesellerde biri. Yalnızca içinde barındırdığı ustalar vesilesiyle değil, aynı zamanda savaş atmosferine açtığı farklı pencere ile de takdiri hak eden yapım, göz ardı edilmiş bir dolu tarihi gerçekliği önümüze getirerek de ufkumuzu açma konusunda büyük bir misyonu da başarıyla yerine getirmektedir. Mart 2017’de izleyicisi ile buluşan ve o gün bugündür, sinefillerin uğrak adreslerinden biri olmayı başaran Five Came Back’in yönetmen koltuğunda ise Laurent Bouzereau oturmaktadır.
What Happened, Miss Simone?
Sesiyle büyüleme potansiyeline sahip olan ve abartısız bir şekilde, tarihin en iyi kadın vokallerinden biri olarak adlandırabileceğimiz Nina Simone’un hayat hikâyesini anlatan What Happened, Miss Simone? müzik ile süslenmiş, duygusal yoğunluğu yüksek, oldukça sağlam bir belgesel olarak karşımıza gelmektedir.
Bu belgeseli izlemek için Nina Simone’a aşık olmanız yahut onun sıkı bir fanı olmanıza gerek yok. Hayatınızın herhangi bir anına, herhangi bir zaman dilimine müziği sıkıştırmışsanız -ki bunu yaptığınıza eminiz- bu belgeselden muazzam keyif alacaksınızdır. Nitekim What Happened, Miss Simone? bir yandan hayatı boyunca ırkçılık ile savaşmak zorunda kalan bir duayenin, zorluklara göğüs gerişini çarpıcı bir şekilde anlatırken, bir yandan da onun müziğin ritminde ne denli kaybolduğunu büyüleyici bir şekilde aks ettirmektedir.
Nina Simone’un yalnızca müzisyen kimliğinin anlatılmadığı aynı zamanda dünyevi meselelere ne denli duyarlı olduğunun ve kendi ırkının en önemli temsilcilerinden biri olduğu anlatılan belgesel, finaline doğru vuruculuğunu güçlendiren ve bu ana kadar izleyenleri ilmik ilmik işleyen yapısıyla da muadillerinden ayrılıp, takdir kazanmayı başarıyor. Belgesel, aynı zamanda gösterişli dünyanın, ulaşılmaz gibi görünen kadınını, kanlı canlı bir şekilde karşımıza getirerek, onun tüm insani yönlerini dışa vuruyor ve esasen bu noktayla da anlatısını fazlasıyla samimi hale getiriyor. Bu da What Happened, Miss Simone?’u özel yapan yegane unsurlardan biri olarak öne çıkmaktadır.
Keith Richards: Under the Influence
Blues sevenlerden misiniz? Ya da efsanevi grup Rolling Stones kutsallarınızdan biri mi? Eğer öyleyse, bu belgesel tam size göre! Müzik tarihine adını altın harflerle yazdıran, gitarın tellerini konuşturan adam olarak da bilinen Rolling Stones’un gitaristi Keith Richards’ı odak noktasına alan belgesel, onun vesilesiyle hem izleyenlerin kulağının pasını siliyor hem de bu efsanevi isme bir kez daha saygı duymamıza olanak sağlıyor.
Sadece bir gitarist olmayan, aynı zamanda söz yazarı da olan Keith Richards’ın müziğe olan tutkusunu odağına alan, aynı zamanda onun Rolling Stones ile özdeşleşen hayatına da parantez açan belgesel tüm bu yönleriyle doyurucu bir müzik külliyatı olarak da karşımıza geliyor. Tüm bunların yanı sıra efsanenin, kariyer yolculuğuna da değinmeyi ihmal etmeyen Keith Richards: Under the Influence sürükleyici ve bir çırpıda izlenebilecek işlerden biri olarak da muadillerinden ayrılmayı başarıyor.
Yönetmenliğini Morgan Neville’in yaptığı belgesel, yalnızca müzik dünyasında ilgi çekmemiş, aynı zamanda birçok festivalde gösterilme başarısı da elde etmiştir. Netflix’in 2015’in sonlarına doğru izleyicileriyle paylaştığı belgesel, o gün bugündür platformun en çok izlenen işlerinden biri olarak da öne çıkmaktadır.