Şöyle arkamıza yaslanıp, dünya sinemasının en kusursuz güzeli kimdir diye sorsak, kuşkusuz akıllara gelecek ilk cevaplardan biri Scarlett Johansson olacaktır. O, yalnızca yer aldığı filmlerdeki başarısıyla değil, aynı zamanda dillere destan güzelliği ile de birçok kişinin kalbini yangın yerine çeviren bir isim. Gülüşü, bakışı, altın sarısı saçları, masumane tavrı ve insanın içini okşayan ses tonu ile o, en seksi mankene bile taş çıkartacak derecede bir endama, albeniye sahip.
Sizlere daha önce Scarlett gibi sinema dünyasının önemli isimlerinden ve en iyi filmlerinden bahsetmiştik. Dilerseniz listemize geçmeden önce; en iyi Leonardo DiCaprio filmleri, en iyi Denzel Washington filmleri, en iyi Quentin Tarantino filmleri listelerine de göz atabilirsiniz. Şimdi hazırsanız Scarlett Johansson kimdir ve en iyi filmleri hangileridir tek tek inceleyelim.
- Scarlett Johansson Kimdir?
- En İyi Scarlett Johansson Filmleri
- Ghost World (Hayalet Dünya - 2001)
- Lost in Translation (Bir Konuşabilse… - 2003)
- Girl with a Pearl Earring (İnci Küpeli Kız - 2003)
- A Love Song for Bobby Long (Bobby Long'a Bir Aşk Şarkısı - 2004)
- Match Point (Maç Sayısı – 2005)
- The Prestige (Prestij – 2006)
- Vicky Cristina Barcelona (Barcelona Barcelona – 2008)
- The Avengers (Yenilmezler – 2012)
- Lucy (2014)
- Ghost in the Shell (Kabuktaki Hayalet – 2017)
- BONUS: Her (Aşk – 2013)
Scarlett Johansson Kimdir?
Danimarkalı bir babayla Polonyalı bir annenin çocuğu olarak 1984 yılının New York’unda dünyaya gelen Scarlett, henüz daha çocuk yaşlarda sevimliliği ile birçoklarının gözbebeği olmayı başarmıştır. Nitekim onun bu şirinliği de daha çocuk yaşlarda başlayacak bir kariyerin müjdecisi niteliğindeydi. İlk oyunculuk tecrübesini henüz 10 yaşında tadan ve 1994 yapımı North filminde yer alan Scarlett, bir çocuk oyuncu olarak girdiği hayatımızda, gözümüzün önünde serpilecek ve güzelliği ile tüm dünyaya tarafından bilinen bir kadına evirilecekti.
Scarlett Johansson için söylenebilecek en doğru söz; güzelliği ve yeteneğinin aynı ölçüde seyrettiği olacaktır. Nitekim o, yalnızca güzelliği sayesinde sinema dünyasında var olan biri değil. Aksine, ortaya koyduğu performans ile de birçok usta oyuncuyu kıskandıracak derecede büyük bir yeteneğin sahibi. Nitekim onun kariyer basamaklarına göz attığımızda, ilk olarak çocuk oyuncu olarak arz-ı endam ettiği beyazperdede, son yıllarda iyiden iyiye aksiyon filmlerinin aranan oyuncusu olduğunu görmekteyiz. Büründüğü her rolün altından kalkabilen ve her defasında izleyenlerinin ona hayran olmasını sağlayan eşine az rastlanan türden yetenek onunki.
Oyunculuk kariyerine henüz çocuklarda adım atmasından ötürü, sanki asırlardır hayatımızdaymış gibi hissettiğimiz Scarlett henüz 32 yaşında. Yani bir kadının ulaşabileceği en güzel, en olgun çağlarını yaşamakla meşgul.Bu da demek oluyor ki, güzelliği birçokları tarafından kabul gören oyuncunun endamına uzun yıllar tanıklık edeceğiz demektir. Açıkça söylemek gerekirse, bir hayranı olarak bu durumun beni ziyadesiyle memnun ettiğini tüm kalbimle itiraf etmem gerekir!
Özel hayatına geldiğimizde ise oyunculuğu gibi sıra dışı bir Scarlett portresi görmekteyiz. Ee mevzu bahis böylesine güzel bir kadın olunca, magazin gündeminin de çoğu zaman vazgeçilmez isimlerinden biri olması kaçınılmaz bir süreç halini almaktadır. Scarlett, defalarca kez tek eşliliğe inanmadığını ve bir kadının hayatı boyunca tek bir erkeğe bağlı kalma düşüncesini saçma bulduğunu söylemesine rağmen, 2008 yılında Ryan Reynolds ile dünya evine girmiştir. O da kimdi ya diye düşünenler için hemen belirtelim; Ryan Reynolds geçtiğimiz yıla damga vuran Deadpool filminin başrolü. Yani en az oynadığı karakter kadar trollüğü ile meşhur bir isim. Keza bu iki ismin evliliği de çok uzun soluklu olmadı. Ryan Reynolds’un uslanmaz bir çapkın oluşu, bu iki ismin boşanmasına sebebiyet verdi. Tabii, Scarlett bu durur mu? Hemen akabinde, 2012 Kasım’ında Fransız gazeteci Romain Dauriac ile evlendi ve ilk çocuğuna hamile kaldı. Ama eğri oturup doğru konuşalım; Scarlett hamile olduğu yıllarda bile güzelliğinden bir şey kaybetmemişti değil mi?
O, özel hayatında fazla sansasyonel hareketler yapmaktan kaçınırken, esasen kariyerine odaklanmakla meşguldü. Nitekim Scarlett, Lost in Translation filmindeki performansıyla Venedik Film Festivali ve BAFTA Ödülleri’nden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kucaklamış ve daha sonrasında da birçok farklı filmle Akademi’de aday gösterilmiştir. Tabii ki, onun tek başarısı sinemada değil. Scarlett aynı zamanda tiyatro sahnelerinde de boy göstermiş ve sesinin cazibesini kullanarak müzik dünyasında da şansını denemiştir.
En başta dediğimiz gibi Scarlett Johansson birçokları için ilah olacak derecede muazzam güzelliğe sahip bir kadın. Esasen onun bir bakanı âşık eden endamını açıklamak için çoğu zaman kelimeler kifayetsiz kalmaktadır. Eee durum böyle olunca da onun yer aldığı filmleri izlemek, insanı daha bir derinden etkiliyor. Pekâlâ, yıllar yılı hayranlıkla izlediğimiz ve o içimizi paramparça eden bakışlara sahip Scarlett’ın en iyi filmlerine göz atmaya ne dersiniz?
En İyi Scarlett Johansson Filmleri
Şimdiden sinema dünyası içinde kendine has bir yer edinen ve tekdüze rolleri oynamak yerine her defasında farklı bir karaktere bürünerek, oyunculuktaki yeteneğini de ispatlayan Scarlett Johansson’un yer aldığı; kimi zaman güzelliği ile kimi zamansa oyunculuğuyla izleyenlerini mest ettiği o filmlere dilerseniz hep birlikte göz atalım. Scarlett Johansson’un en iyi filmleri karşınızda.
Ghost World (Hayalet Dünya – 2001)
Güzeller güzeli Scarlett Johansson’un henüz 17 yaşındayken kamera karşısına geçtiği ve yeteneği ile ilk saniyede fark edildiği Ghost World, liseden yeni mezun olan ve nörd olarak tabir edebileceğimiz iki genç kızı odak noktasına alır. Rebecca ve Enid, toplumun çizdiği çizginin dışında duran ve bu nedenle de genel kitle tarafından dışlanan iki yakın arkadaştır. Esasen bu iki kızın hayattan aldığı zevkler bir noktada kesişse de karakter olarak da birbirlerinin oldukça tezadıdır. Tam geleceğe dair hayaller kurdukları sırada, Enid’in hayatına giren ve ondan fazlasıyla büyük olan Seymour ile yaşadığı ilişki, hikâyedeki her bir bireyin hayata karşı bakış açısını birebir şekilde etkileyecektir.
Daniel Clowes’un aynı adlı çizgi romanından sinemaya uyarlanan ve aynı zamanda Amerikan gençliği ile kültürüne yaptığı eleştirilerle adından söz ettiren film, başından sonuna dek büründüğü eğlenceli atmosferle de izleyenlerine doyumsuz bir seyirlik vadetmektedir. Scarlett Johansson’un ilk dönem filmlerinden olan ve güzelliğinden çok masumane duruşu ile öne çıktığı Ghost World, kuşkusuz onun ne denli büyük bir yeteneğe sahip olduğunu anlamamız konusunda da öncü olmuş filmlerden bir tanesi.
Başından sonuna dek izleyenlerini koltuğa çiveleyen ve sıra dışı karakterleri vesilesiyle ilgi odağı olmayı başaran filmin yönetmen koltuğunda Terry Zwigoff otururken, başrollerde Scarlett Johansson’a ise Steve Buscemi ve Thora Birch eşlik etmektedir.
Lost in Translation (Bir Konuşabilse… – 2003)
The Godfather serisinden tanıdığımız efsanevi yönetmen Francis Ford Coppola’nın kızı Sofia Coppola’nın ikinci uzun metraj denemesi olan Lost in Translation, kuşkusuz hikâyesinin gücüyle öne çıkan bir film.
Hollywood’un sınırlarını Tokyo’ya uzattığı filmde, ünlü bir aktör olan ve orta yaş bunalımının içinde olan Bob’un bir reklam filmi için Uzakdoğu’ya gelmesi farkında olmadan onun hayatını derinden sarsacak birtakım olayları da beraberinde getirecektir. Nitekim onun, kocasıyla birlikte Tokyo’ya gelen ancak bu yaban ellerde tek başına kalan sevimli Charlotte ile tanışması bu ikilinin git gide yakınlaşmasına olanak sağlayacaktır. Onlar en başta, kendi ülkelerinden ve kültürlerinden uzakta, bilmedikleri bir coğrafyada birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenen iki Amerikalıdır. Ancak onların masumane şekilde başlayan yakınlaşmaları, sürprizlere gebe olayların da birbiri ardını izlemesine neden olacaktır.
Komedi filmlerinin usta oyuncusu olan ve yer aldığı her projeyle izleyenlerine kahkaha vadeden Bill Murray’in bu sefer oldukça ciddi bir karakterle karşımıza çıktığı film, kuşkusuz hikâyesinin özgünlüğü ile cazibesini katlamaktadır. Üstüne üstlük Soffia Coppola’nın da babasını aratmayacak derecedeki yönetmelik performansı işin içine dâhil olduğunda, Lost in Translation tadından yenmeyecek bir film halini almaktadır.
Oldukça sade olan ancak bu sadeliğin altından, insanın sorgulayıcı yönünü dışa vuran bir melankoli örneği olarak beliren Lost in Translation, karakterlerin kendi içlerinde yaşanan fırtınayı olanca gerçekçiliğiyle dışa vurması hasebiyle muadillerden ayrılmaktadır. Nitekim filmin bu denli özgün ve başarılı olması da birçok övgüyü beraberinde getirmiştir. Film 2003 yılında 76. kez düzenlenen Akademi Ödülleri’nde, dört dalda aday gösterilmiş ve En İyi Özgün Senaryo Ödülü’nü kucaklamıştır.
Girl with a Pearl Earring (İnci Küpeli Kız – 2003)
Genç Scarlett’ın başrolü Colin Firth ve Tom Wilkinson ile paylaştığı filmi olan Girl with a Pearl Earring, Tracy Chevalier’ın aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanmıştır. Filmin konusuna geldiğimizde ise bir dönem hikâyesi bizi beklemektedir. 1600’lü yılların Hollanda’sına uzanıyoruz. Henüz on yedi yaşında olan Griet babasının bir kaza sonucu çalışamaz hale gelmesinden ötürü, ailesinin geçimini sağlamak adına para kazanmak zorundadır. Onun tam da iş aradığı bu dönemde Johannes Vermeer adlı bir ressamın evinde işe başlaması, hikâyenin atardamarını oluşturmaktadır. Nitekim Griet’in gittiği bu evde başına gelecekler de, birbiri ardını izleyecek ilginç hadiseleri beraberinde getirecektir.
Derinliği olan ve izleyenlerini bu derinliğin içine doğru çekmeyi başaran Girl with a Pearl Earring, şüphesiz yönetmen Peter Webber’in anlatısıyla da daha değerli bir hal kazanıyor. Nitekim böylesine etkileyici bir hikâyenin, duygu dozajını yukarılarda tutmayı başaran yönetmen böylelikle izleyenlerine eşsiz bir film armağan etmeyi başarıyor.
Filmin Scarlett Johansson tarafındaki özeline dönecek olursak, yetenekli oyuncunun git gide güçlenen performansından kesitleri filmde görmek mümkün. Nitekim o, her filmde üstüne koyarak gelen ve bunu da gözle görülür bir şekilde izleyicisine aktaran bir performansla arz-ı endam etmektedir.
A Love Song for Bobby Long (Bobby Long’a Bir Aşk Şarkısı – 2004)
Ronald Everett Capps’in, Off Magazine Street adlı romanından sinemaya uyarlanan A Love Song For Bobby Long, kuşkusuz Scarlett Johansson’un en dokunaklı performanslarından biri olarak karşımıza gelmektedir. Annesinin ölüm haberi üzerine, doğup büyüdüğü New Orleans’a geri dönen Pursy Will’in hikâyesi, gittiği yerde hayatına giren Bobby Long’un varlığı ile bambaşka bir haleti ruhiyeye bürünür.
Bobby Long, Lawson Pines ile birlikte Pursy’nin annesinin evinde kalmaktadır. Bu nedenle ikilinin arkadaşlığı en başta ilginçlikleri ve önyargıyı beraberinde getirse de, daha sonrasında birbirlerini tanımalarıyla bambaşka bir boyuta taşınacaktır. Bu dakikadan itibaren dramatik yoğunluğu üst seviyelerde seyreden bir film olarak karşımıza gelen A Love Song for Bobby Long, bir yandan da izleyenlerini bu harikulade hikâye için koltuklarına çivilemeyi ihmal etmiyor.
Scarlett Johansson’ın yıldan yıla büyüdüğünün en canlı örneklerinden biri olan filmde ona başrollerde John Travolta ve Gabriel Macht eşlik ederken, filmin yönetmen koltuğunda ise Shainee Gabel oturmaktadır.
Match Point (Maç Sayısı – 2005)
Bir yanda sinema tarihinin görmüş olduğu en cin fikirli yönetmen Woody Allen, diğer tarafta ise artık iyice serpilen ve bir genç kadın olarak kendine hayran bırakmaya başlayan Scarlett Johansson. Bu ikilinin buluşmasını simgeleyen Match Ponit, alışkın olduğumuz Woody Allen yapımlarının dışında seyreden ve heyecan ile gezimi harikulade şekilde harmanlayan bir film olarak karşımıza gelmektedir.
Tamamı Londra’da çekilen film; aşk, servet ve şans kavramlarını sonuna kadar sorgularken, İrlandalı tenis hocası Chris Wilton’ın yaşadıklarını odak noktasına almaktadır. Bir yandan da hikâyenin tamamlayıcı unsuru olarak belirlen güzeller güzeli Amerikalı aktrist Nola Rice ile anlatısını güçlendiren film, Woody Allen’ın kendine has tavrıyla suç ve ceza kavramlarını da irdelemektedir. Ayrıca en iyi Woody Allen filmleri arasında yer almaktadır.
İlk dakikasından son dakikasına kadar bir bütün olabilmeyi başaran ve kopukluğa asla izin vermeyen duruşuyla arz-ı endam eden Match Point, bir yandan filmin cazibesini izleyenleri çekerken bir yandan da Scarlett Johansson’un endamıyla ekranlarının başında yerini alan herkesi büyülemeyi başarmaktadır.
Jonathan Rhys-Meyers, Scarlett Johansson ve Emily Mortimer başrolleri paylaştığı ve kemik çerçeveli gözlükleriyle tanıdığımız dahi yönetmen Woody Allen’ın kaptan köşkünde oturduğu film, kuşkusuz ki yönetmenin filmografisinin de en önemli ve farklı işlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
The Prestige (Prestij – 2006)
Milenyum ile birlikte sinema dünyasında söz sahibi olmaya başlayan ve çektiği her filmle zekâsına bir kez daha hayran bırakan Christopher Nolan’ın, 2006 yılında izleyenlerine sunduğu The Prestige, kuşkusuz birçokları için efsane statüsünde yer eden bir filmdir.
Bir dönem filmi olarak karşımıza gelen ve iki sihirbazın hayatını odak noktasına alan The Prestige, şeytanın dahi aklına gelmeyecek sürprizli yapısıyla finalinde izleyen herkesin ağzını açık bırakmaktadır. Nitekim finale kadar yönetmenin izleyenlerini ilmik ilmik işlemesi ve Nicola Tesla gibi insanlığın en önemli figürlerinden aldığı referanslarla hikayeyi süslemesi, The Prestige’i tarihin en iyi filmlerinden biri konumuma yerleştirmektedir.
Alfred ve Robert adlı iki sihirbaz, en başlarda iki yakın dosttur. Ancak aralarında vuku bulan bir problemden ötürü yollarının ayrılması, bu iki ismin ayrı ayrı büyük bir sihirbaz olmalarına olanak sağlayacaktır. Ancak ne var ki, Alfred her daim rakibinin önündedir ve akıl almaz bir hileyle izleyenlerini büyülemektedir. Robert’ın ise bu hileyi bulmak için çabalaması, onu içinden çıkılmaz bir maceranın tam ortasına bırakacaktır.
Scarlett Johansson’un bu ikiliyi birbirine bağlayan yegane unsur olarak arz-ı endam ettiği ve seksapalitesiyle izleyenlerinin kalbine bir ok misali saplandığı film olan The Prestige, A’dan Z’ye doğru tasarlanmış bir şablonun neticesi olarak karşımıza gelirken, tarihin en iyilerinden biri olarak da anılmayı başarmıştır.
Hugh Jackman ve Christian Bale’ın Scarlett Johansson ile birlikte başrolü paylaştığı ve 19. yüzyılın popüler sihirbazlarının öyküsünü karşımıza getirmesiyle adından söz ettiren The Prestige, sürprize her daim açık yapısı ve adeta bir bulmaca edasında seyreden işleyişiyle, izleyenlerine de muazzam bir akıl oyunu sunmaktadır.
Vicky Cristina Barcelona (Barcelona Barcelona – 2008)
Ünlü yönetmen Woody Allen’ın, her yıl film çekme gibi bir alışkanlığı olduğu tüm sinemaseverler tarafından bilinir. Özellikle 2005’ten sonra yönetmenin Amerika dışına çıkması ve Avrupa’nın gözde şehirlerinde film çekme isteği, birçok farklı işi de huzurlarımıza getirmiştir. Bu tavrın örneklerinden biri olarak karşımıza gelen Vicky Cristina Barcelona, yönetmenin Avrupa turnesinin Barcelona ayağı olarak arz-ı endam ederken, onun filmografisinin de en muazzam işlerinden biri olarak belirmektedir.
Woody Allen, 70’lerde Diane Keaton, 80’lerde Mia Forow ile birçok filmin altına imzasını attıktan sonra uzun bir süre hiçbir oyuncuya favori oyuncum dememiştir. Ta ki güzeller güzeli Scarlett Johansson’a kadar. İlk olarak Match Point’te birlikte çalışan ikilinin bir kez daha bir araya gelmesini müjdeleyen film, aynı zamanda şiirsel anlatısıyla da taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanmayı başarmıştır.
Tatil için Barcelona’ya giden Vicky ve Cristina’nın yaz macerası, hayatlarına giren Juan Antonio ile bambaşka bir yöne doğru kayacaktır. Nitekim bu dakikadan sonra türlü karmaşık olaylar silsilesinin içinde kendilerine bulacak bu iki genç kadın, işin içine bir de Juan Antonio’nun eski karısı Marie Elena’nın dâhil olmasıyla, deyim yerindeyse neye uğradıklarını şaşıracaklardır.
Woody Allen’ın kendine has bir aşk hikâyesi servis ettiği ve olağan dışı bir ilişki normu sunduğu filmi Vicky Cristina Barcelona, izledikçe değerlenen ve şarap tadı veren bir yapım olarak huzurlarımıza gelmektedir. Barcelona’nın eşsiz görüntüleri eşliğinde ilerleyen ve derinlikli bir duygu hikâyesini bizlere aktaran Woody Allen, bir yandan da önceki filmlerinden alışkın olduğumuz şekilde, seçmiş olduğu müziklerle kulağımızın pasını silmeyi ihmal etmiyor.
Scarlett Johansson’un, izleyen herkesi kendine âşık edecek düzeydeki güzelliği ile arz-ı endam ettiği filmde Rebecca Hall, Javier Bardem ve Penelope Cruz da ona başrollerde eşlik etmektedir.
The Avengers (Yenilmezler – 2012)
Eğer ki başlı başına bir oyuncu olmaksa hedefiniz ve kendinizi sinema camiasına kabul ettirmek istiyorsanız, bu yalnızca güzellikle olacak iş değil! Nitekim Scarlett Johansson, güzel olduğu kadar da zeki olduğundan mütevelli bunun fazlasıyla bilincindeydi. O da bu nedenle, üzerine süper kahraman kostümünü giyip, kötülerin peşinden koşmaya kararı vermişti. Sonuçta ise en iyi süper kahraman filmleri arasına da adını yazdırdı.
Marvel Sinematik Evreni’nin önemli karakterlerinden biri olan Natasha Romanoff yani nam-ı değer Black Widow’a hayat veren Scarlett Johansson, belki diğer filmleri kadar burada göz önünde değildir ancak, güzelliği ve ortaya koyduğu performansıyla aradan sıyrılmayı da başarmaktadır.
Dünyanın yok olma tehdidine karşı Albay Nick Fury tarafından bir araya getirilen bir dolu süper kahramanın hikâyesinin anlatıldığı The Avengers, kuşkusuz o ana dek sinema perdesinde görünen en muazzam görselliklerden birini temsil etmekteydi. Nitekim Marvel’in yarattığı bu destansı görsellik izleyen herkesi de ayrı ayrı mest etmeyi başarmıştır.
Aksiyonun bir an olsun durmadığı ve süper kahramanların ego savaşanın her daim ortalarda olduğu filmde, Scarlett Johansson’un o masumane yüzü ise her ekrana geldiğinde adeta nefes almamızı sağlıyor ve böylesine yorucu bir koşuşturmacının içinde izleyenleri kendine getirmeyi başarıyordu. Yönetmenliğini Joss Whedon’ın yaptığı, başrollerini ise Robert Downey Jr, Chris Evans, Mark Ruffalo ve tabii ki Scarlett Johansson’un paylaştığı film, hali hazırda en iyi aksiyon filmlerinden biri olarak da güncelliğini korumaktadır.
Lucy (2014)
Malum insan beyni uçsuz bucaksız bir derinliğe sahiptir. Ancak ne var ki biz bu derinliğin maalesef ki %10’luk bir bölümünü kullanabilmekteyiz. Peki, ya beynimizin %100’ünü kullansak nasıl olurdu, neler yapabilir, neler başarırdık? İşte bir hayli ilginç olan bu çıkış noktasından filizlenen Lucy, bir yandan insanoğlunun beyniyle olan ilişkisini derinlemesine incelerken bir yandan da izleyenlerine soluksuz bir aksiyon armağan etmeyi ihmal etmiyor.
Lucy adındaki genç bir kız Tayvan’da bulunduğu sırada, bir anda kendisini uyuşturucu mafyasının yanında bulur. Lucy’nin bedenini kurye olarak kullanmak isteyen mafya üyeleri, onun bedenine sentetik bir uyuşturucu yerleştirir. Ancak ne var ki o uyuşturucu paketinin Lucy’nin bedenin içinde dağılması, bu genç kadının beyninin açılmasına sebebiyet verecek ve ona zihninin %100’ünü kullanmasına kadar gidecek bir yolun ilk adımlarını attıracaktı. En başta kulağa oldukça hoş gelen ancak zamanla bir korku filmine dönüşen bu durum, Lucy için de kurtulması hayli zor olayları da beraberinde getirecektir.
Aksiyon sinemasının usta ismi Luc Besson’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, bu nedenle de heyecan ve kovalamacanın bir an olsun azalmadığı Lucy, her ne kadar senaryosunda bir takım zaaflar yaşasa da, başından sonuna kadar kendisini zevkle izleten bir film olarak öne çıkmaktadır. Özellikle Scarlett Johansson’un bir güzellik abidesinden daha fazlası olduğunu bir kez daha kanıtladığı film, adeta onun tek kişilik resitalini ortaya koymasıyla da ayrı bir noktada konumlanmaktadır.
Ghost in the Shell (Kabuktaki Hayalet – 2017)
1995 yılında çekilen bir Japon animesinin remake versiyonu olarak karşımıza gelen Ghost in the Shell, şüphesiz bu listenin en taze filmi. 31 Mart itibariyle vizyona giren ve distopik bir film olarak karşımıza çıkan hikâye, kovalamacanın bir an olsun durmadığı, görselliğin adeta tavan yaptığı ve üzerine düşünülmesi gereken yapısıyla arz-ı endam ediyor.
Geçmişini hatırlamayan ve eski hayatından geriye yalnızca ruhu kalmış bir kadının, yeni vücuduyla süper asker olmasıyla birlikte başlangıcını yapan film, bu dakikadan itibaren evrenin en azılı suçlularının peşinden koşacak ve bir yandan da bu genç kadının hezeyanlarına izleyenlerini ortak edecektir. Anime uyarlaması olmasından mütevelli alışılmışın kalıpların oldukça dışında seyreden ve dev ekranda kendisine hayran bırakması muhtemel yapısıyla izleyenlerini selamlayan Ghost in the Shell, şüphesiz Scarlett Johansson’un en iyi filmleri arasında yer alıyor ve aksiyona kattıklarıyla daha değerli bir hal kazanıyor.
O güzelim altın saçlarını rafa kaldırıp, siyah küt bir modelle karşımıza gelen Scarlett Johansson, buna rağmen bakışlarının deliciliği ve aksiyon sekanslarındaki başarısıyla bir kez daha kendisine hayran bırakmayı başarıyor. Güçlü hikâyesini, dramatik soslarıyla süsleyen ve buna muazzam uyum sağlayan Scarlett’ın performansıyla adından söz ettirmesi olası olan Ghost in the Shell, görselliğe önem verenlerin kaçırmaması gereken bir film olarak da haftanın öne çıkan işlerinden biri olarak belirmektedir.
BONUS: Her (Aşk – 2013)
Şöyle biraz beyin jimnastiği yapalım ve hep birlikte yaşanması muhtemel bir geleceğe gidelim. Yapay zekanın, iyiden iyiye hayatımızda var olduğu günlerde, parayla satın aldığınız işletim sisteminize âşık olduğunuzu öngörebiliyor musunuz? Yoksa bu olayın, imkânsız olduğunu mu farz ediyorsunuz? Esasen bu durumun, çok da uzak bir gelecekte olmadığı kanısındayım. Nitekim her daim yalnızlıktan dem vuran insanoğlunun, çözümü bilgisayarlarda araması çok da ihtimal dışı bir durum değil.
İşte, distopik bir zaman diliminde geçen Her, işletim sistemine âşık olan bir adamın duygu yüklü hikâyesini konu almaktadır. “Ya Scarlett Johansson bu filmin neresinde?” dediğinizi duyar gibiyim. Esasen Scarlett, bizlere bu filmde o destansı yüzünü göstermese de içimize işleyen sesiyle hikâyenin tam merkezinde yer almaktadır. Evet, o Theodore’un âşık olduğu işletim sistemi Samantha’nın sesi olarak arz-ı endam etmektedir. Nitekim onun insanın içini gıdıklayan sesinin de filmi bu denli duygusal kıldığını söylemekte fayda var. Eğer ki Theodore’un hikâyesini böylesine gerçekçi ve acıklı bulabiliyorsak bunda Scarlett’ın o etkileyici sesinin de payı oldukça fazla. Theodore’a hayat veren Joaquin Phoenix’in adeta hüznü her bir saniyesinde yaşadığı ve izleyenlerini de derin bir kedere gark ettiği filmin yönetmen koltuğunda ise Spike Jonze oturmaktadır.